Çok özel bir kitap. Bilimkurgu ile polisiyenin mutlu evliliğinin meyvesi. Okunması gereken bir klasik.
Evrenin en güçlü adamı Ben Reich 24. yüzyılda adı bile duyulmamış bir suç işlemeye karar verir: Cinayet. Bunun için iyi bir kurgu yapması gerekiyordu tabii Reich'ın.
Aslında çok doğru yazarların öyküleri var bu derlemede.
Fakat niyeyse bayılmadım ben bu kitaba. Neden olduğunu bilemiyorum. Öyküler kötü değildi ama, derlemede birbirleriyle etkileşimleri mi olmamıştı? İnanın bilemedim.
Belki sonra edit ederim puanı/yorumu.
Unuttuklarımı tekrar okuyayım diyorum, elim gitmiyor nedense. Bir vesileyle bana bu hissi yaşattığı için düşük puan verdim.
Bilimkurgu / korku türleri için klasikleşmiş bir derleme. Sahaftan mı, bulursunuz, nerden edinirsiniz bilemiyorum ama kütüphanelerde bulunması gerekli.
Keyifle okunan güzel öyküler. Ama hepsinin en iyi öyküleri mi? Emin değilim. Bu tartışma çok su götürür. Ben o topa girmem.
Derlemenin içinde benim en sevdiklerim Ballard ve Vonnegut'unkiler oldu.
Vampir temasını edebiyata Bram Stoker getirdi, bu doğru. Ama temanın evrimi ve popüler kültürde bugün geldiği milyon dolarlık yer, Anne Rice sayesinde.
Drakula tek bir karakterdi ve onunla karşılaşanların korku dolu bakış açılarından betimlenmişti. Halbuki Anne Rice vampirin kendisini özne alıyor. Böylece önceki yüzyılda yaratılan 'vampir' steryotipini de bitiriyor. Meğerse bir tane 'vampir' şablonu yokmuş.Vampirler de iyisiyle kötüsüyle, kıskancıyla, egosantrik olanıyla, mütevazı olanıyla birbirinden farklı karakterlermiş meğerse.
İnsanların dünyasında yüzyıllarca devam eden hayatlarında vampirleri özne olarak okuyoruz. Büyüyemeyen küçük kız ve onun etrafındaki karakterlerin yıllar içindeki psikolojileri, mücadeleleri güzel anlatılıyor.
Filmi zamanında çok ses getirmişti. Ama kitabı da iyi.
Binbir Gece Masalları edebiyata harika bir model kazandırdı. Matematiksel işlemlerdeki parantezlere benzetiyorum ben bunu. Önce her parantezin kendi içindeki işlemleri yapmak gerekir. Bu model de böyle işte: Bir hikayenin içindeki bir karakter başka bir hikaye anlatmaya başlar ve onun içine gireriz. Sonra o hikayenin içindeki bir karakter de bir başkasını anlatır... Böyle böyle beş altı paranteze kadar ilerleniyordu.
Ahmet Ümit de bu modelden esinlenmiş. Hikayelerde de aynı oryantalist tat var.
Kahramanlarımız Padişah ve Veziri, A'nın başından geçenleri öğrenmek istediklerinde, A B'nin hikayesini öğrenmelerini ve gelip kendisine anlatmalarını şart koşuyor. B'nin hikayesini öğrenmek istediklerinde, bu sefer C'nin hikayesini öğrenmeleri gerekiyor. Böyle böyle öğrenilecek beş farklı öykü var. Güzel bir derleme olmuş.
Fakat benim eleştirim şurada: Bu kitap 'usta kalemlerden çocuklara' filan gibi bir isimle çocuk kitabı olarak lanse ediliyor. Ben de çocuklarımı Ahmet Ümit ile tanıştırayım isteyerek aldım ve çocuklarla birlikte okuduk. Ancak çeşitli yerleri okurken önemli ölçüde sansürlemek veya atlamak zorunda kaldım. Atladığım yerlerdeki boşluklara çocuklar anlam veremeyip sordukları için oralara kendim bir şeyler uydurdum. Gerçekten belli yaşın altındaki çocuklara hiç uygun olmayan şiddet içeren sahneler var. Bir kedi katli sahnesi var epey vahşetli örneğin. Sonra karısının yanındaki adamı görünce karısının başka adamla yattığını zanneden bir koca var; ikisini de öldürüyor. Meğerse yanındaki kadının oğluymuş. Haydi gel de açıkla şimdi çocuklara...
Ian Flemming'in ölmeden önce yazdığı son James Bond romanı. Yayınlanması da vefatından sonra. Son romanlara doğru hafif depresifleştiği, yazdıklarını kendisinin de beğenmediği rivayet olunuyor. Altın tabancalı adamı okurken hissettim bunu. Kurgu tam olarak oturmuyor. Bond'un Scramanga'nın ekibine sızmasında bir anlamsızlık var. Kızı kurtarma ve aksiyon sahneleri hafif kalmış. Hikayeye ismini veren altın tabanca bile o kadar etkileyici sayılmaz.
Neyse ki film versiyonunda altın tabancayı güzelce modifiye etmişler de, isminin hakkını verecek özellikle bir şeye dönüşmüş.
(221B Dergi'deki Polisiyenin Ölümsüz Silahları köşesinde Ian Flemming'in roman karakterlerine kullandırdığı 'havalı oyuncaklar'ı iki kısım halinde yazdım. 17. sayıdaki birinci kısımda, James Bond'un tabancası Walther PPK'nın tuhaf hikayesi var. Bu kitaptan da alıntılar var. Yazının ikinci kısımı ise 19. sayıda olacak. James Bond roman ve filmlerindeki diğer eksantirik silahları inceleyeceğiz. Bunlardan bir tanesi de ikonik 'altın tabanca' elbette. İlgilisine duyrulur...
Don Winslow'a yeni Trevanian olmak isteyip istemediğini sormuşlar. Winslow da biraz tevazu göstermiş, 'kimse Trevanian' olamaz demiş; amma fazla da nazlanmamış. Haksız değil, bana da sorsalar böyle bir teklifi kaçırmak istemezdim sanırım...
Evet, Satori, Şibumi efsanesini yaşamış okurlar için. Ölümsüz karakter Nicholai Hel ile yeniden birlikte olmak istiyorsanız buyurun Satori'ye... Fakat Satori, Nicholai Hel’in Şibumi’den sonraki değil, önceki hayatını konu ediyor. Hel’in hayatına dair Trevanian’ın açıkta bıraktığı, okurlarının ise kırk yıldır merak ettiği bir döneme açıklık getiriyor. Nicholai’ın 26 yaşında özgürlüğü karşılığında CIA’den kabul ettiği görev neydi? O macerada neler yaşandı? Trevaian’ın genel çerçevesini çizdiği hikâyenin içini dolduruyor Winslow. Tokyo’dan Çin’e, Çin’den Vietnam’a bir yolculuk...
Winslow; 1951 ve ’52 yıllarının Asya’sını yeniden yaratmak ve okuyucunun olgunlaşmış bir karakter olarak tanıdığı Nicholai Hel’i yirmi altı yaşında genç bir adam olarak yeniden biçimlendirmek zorunda. Bu zorlu işin altından kalkabilmiş mi?
Şibumi okuyanlar Nicholai’nin manevi babasını utançtan kurtardığı sahnede bir kurşun kalem kullandığını hatırlayacaklar. Hâlbuki Winslow bu olayı farklı anlatmış. Sadece buradan bir tam puan kırdım! Nihai notum on üzerinden altı. Trevanian gibi bir efsaneyi devam ettirme cürretindeki bir roman için çok iyi bir not bu. Çünkü Winslow’un da dediği gibi, hiç kimse Trevanian olamaz.
(İlave not: Şibumi'nin efsanevi karakteri Nicholai Hel'in gizemli sanatı 'Çıplak Öldürme'yi ve emprovize silahları (etraftaki sıradan nesneleri suikast silahı olarak kullanabilir miyiz?) 221B Dergi'deki Polisiyelerin Ölümsüz Silahları köşesi için yazdım. 16. sayıda. Hem yazarla, hem kitapla, hem karakterle hem de emprovize silah olgusuyla ilgili enteresan gerçekleri okuyabilirsiniz. Bu yazının içinde Satori ve Don Winslow'un yazarlık kariyeriyle ilgili bilgiler de var.)
Shephen King'in gençlik zamanında yazdıkları gibisi yok.
Bence Christine en iyi King romanlarında ilk beşte olmalıdır. Harika bir korku fikridir her şeyden önce. Bu bir klasik!
Bu kitabı yüz yıllar önce okudum ve tüylerimi diken diken eden, gece tuvalete giderken koridordaki ışığı açma gereği hissettiren her sahnesi halen aklımdadır.
Kıskanç, güzel ve kinci Christine...
Yani, ne bileyim... Grange yaşlanıyor galiba. Ya da seri üretime mi geçti?
Grange her zaman daha önce işlemediği farklı bir konu buluyor, farklı ülke ve kültürlere bizi götürüyor. Kaiken'de bu konuda bir sıkıntı yok.
Dedektifimiz hamile kadınları ve bebeklerini katleden bir seri katilin peşinde ve katilin kim olduğunu bildiğinden de emin. Onu iş üzerinde yakalaması lazım. Diğer taraftan bu dedektifin karısı Japon ve konunun ilerleyen kısımlarında olay Japon kültürüne doğru kayıyor.
Sıkıntı şu: Kızıl Nehirler, Leyleklerin Uçuşu gibi ilk kitapları unutulmazdı. 20 yıl geçsin, ne okuduğunuzu hatırlardınız. Grange'nin yeni kitapları öyle değil nedense. Sürükleyicilik de azaldı sanki...
Yerli polisiye candır.
Nuray Atacık'ın yeni kitabı çıkmış. Çok sevindim! Fener Balığı'na bayılmıştım. Sırada Bukalemun var.
Birkaç maddede toparlamak istiyorum düşüncelerimi:
- Fener Balığı kesinlikle basit olmayan bir olay örgüsüne sahip. Birden fazla suçun birbirine karıştığı sağlam bir suç romanı. Sonu da okuyucuyu tatmin ediyor.
- Çok fazla sayıda (hem polis, hem 'subject' olmak üzere) karakter var. Fakat Nuray Atacık bu kadar kalabalık karakter kadrosundaki herkesi okuyucunun kafasını karıştırmadan ve derinlikli şekilde vermeyi başarmış. Zor bir iş.
- Fener Balığı çok iyi bir 'police procedural' polisiye örneği. Amerikanlaşma tuzağına düşmeden, Türk polis teşkilatında yabancılaşmadan yazılmış. Diğer taraftan olayı yerli dizi romantizmine de çevirmemiş, modern teknolojilerin kullanımını atlamamış, mevzuat gerçeğini kulak arkası etmemiş. Her şey kararında.
- Diyaloglar çok gerçekçi. Karakterler bu yüzden yapay değiller. Küfür etmesi gerekenler gerektiği yerde ediyor, argo konuşması gerekenler gereketiği yerde konuşuyorlar. Abartı yok. Yine her şey kararında.
Velhasılı, Nuray Atacık çok başarılı. Devamını diliyorum içtenlikle.
(Not: Kitabın isminin neden Fener Balığı olduğunu anlayamadım. Bir tek orası muamma kaldı benim için :) Bir vesileyle Nuray Hanım'a sorabilirim inşallah.)
Murat Menteş'in üçüncü romanı.
İlk romanını okudum, Murat Menteş'in anlatım tarzına bayıldım. Sonra her kitabını çıktıkça okur oldum.
"Sözcüklerle yaptığınız oyunlar..." gibisinden bir şey sorulduğunda Menteş, "Nimetle oyun olmaz." demişti. O yüzden Menteş'in tarzını 'söz oyunları' olarak nitelemek istemiyorum. Fakat başka da nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Çok farklı bir kalem, benzeri yok. Mutlaka okumak lazım.
100 yaşını aşmış Ruhi Mücerret bir reklam makinesine dönüşüyor. İlk iki romanından daha derli toplu bir kurgu olduğunu düşünüyorum. Sonu ve anafikir güzel bağlandı. Bir popüler kültür eleştirisi aynı zamanda.
Diğer romanlarda anlatım tarzı ve dil kurgunun önüne geçiyordu. Bu romanda anlatım tarzı ve dil hiçbir şey kaybetmediği gibi, kurgu da güçlenmiş bence. Ayrıca din ve felsefe üzerine daha fazla sohbet ve gönderme var.
Murat Menteş'in ilkinci romanı. İlk romanını okudum, Murat Menteş'in anlatım tarzına bayıldım. Sonra her kitabını çıktıkça okur oldum.
"Sözcüklerle yaptığınız oyunlar..." gibisinden bir şey sorulduğunda Menteş, "Nimetle oyun olmaz." demişti. O yüzden Menteş'in tarzını 'söz oyunları' olarak nitelemek istemiyorum. Fakat başka da nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Çok farklı bir kalem, benzeri yok. Mutlaka okumak lazım.
Hayati Tehlike sevdiği Şebnem Şibumi ve Gerçek ile mutlu bir hayat sürmek istiyor. Ancak peşinde farklı nedenlerden dolayı bir sürü karakter var: Fu, Müntekim, mafya...
(Yıllar sonra edit: Velhasıl hikaye okurken çok eğlenceliydi. Belki o zaman da bir tık dağınık gelmişti bana. Ama sonradan (anlatının damağımda harika bir lezzet bıraktığını çok iyi hatırlamama rağmen) kurguda ne olup bittiğini anımsayamadım bir türlü. Dili, anlatım tarzı kurgunun kesinlikle önüne geçiyor. Orası net.)
Şibumi göndermesine ayrıca dikkat edilmeli.
Murat Menteş'in ilk romanı. İlk okudum, Murat Menteş'in anlatım tarzına bayıldım. Sonra her kitabını çıktıkça okur oldum.
'Sözcüklerle yaptığınız oyunlar...' gibisinden bir şey sorulduğunda Menteş 'Nimetle oyun olmaz.' demişti. O yüzden Menteş'in tarzını 'söz oyunları' olarak nitelememek lazım. Fakat başka da nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Çok farklı bir kalem, benzeri yok. Mutlaka okumak lazım.
Dublörün Dilemması'nda aynı anda iki farklı yerde bulunması gereken kişiler için yüz değiştirme maskesi kullanarak dublörlük yapan Nuh Tufan'ın macerası anlatılıyor. Müşterisi Ferruh'un gizli ajandası, peşindeki adamları atlatmak.
(Yıllar sonra edit: Velhasıl hikaye okurken çok eğlenceliydi. Belki bir tık dağınık gelmişti bana o zaman da. Ama sonradan (dilin damağımda harika bir lezzet bıraktığını çok iyi hatırlamama rağmen) kurguda ne olup bittiğini hatırlayamadım bir türlü. Dili, anlatım tarzı hikayenin kesinlikle önüne geçiyor. Orası net.)
İlaveten: Kapaktakiler de Alper Canıgüz ve Onur Ünlü. Hepsi birbirinin arkadaşıydılar. Birlikte Afili Filintalar internet sitesini kurmuşlardı. 'Afili Filintalar' ismi de bu kitaptan geliyor.
The Gone Girl ve benzerleri gibi. Yeni bir akım bu. Banliyöde yaşayan orta yaşına yaklaşmış şehirlilerin evliliklerine, ilişkilerine ve mahalledeki yaşamlarına dair gerilimler.
İşte İngiltere banliyösünden bir versiyon, Trendeki Kız. Alkolizmin pençesindeki, kendisini sevmeyen ve hayatının geldiği noktadan memnun olmayan kızcağızımız her gün banliyödeki evine trenle gidiyor. Gelip geçerken de eski yaşadığı evi ve komşularını dikizliyor.
Bir kaybolma üzerine olaylar gerilimli bir hal alıyor. Karakterimizin önemli şeyleri unutması da gerilimi tırmandırıyor.
Bütünlüklü bir hikaye. Temsil ettiği akımın iyi bir örneği. Benim en sevdiğim janr değil; ama daha epey gideri var bu akımın sanırım.
Kurt Vonnegut'tan Amerikan kültür ve yaşamı üzerine bir roman. Otobiyografik öğeler de var.
Vonnegut'un kahramanı Kilgore Trout'un, delirmenin eşiğindeki bir araba satıcısı olan Dwayne Hoover'la karşılaşma öyküsü. Pek çok başka karakterin daha minik öyküleri... pek çok iç içe geçmiş örüntü...
Yazar, kitabı yazdığını ve karakterin babası olduğunu hatırlatıyor bize.
Vonnegut okumak her zaman benzersiz bir deneyim. Ama 'Kedi Beşiği'nin bende yarattığı hisleri yaratmadı.
Not: Ben bu kitabı April Yayıncılık'ın baskısından okudum. Bir Algan Sezgintüredi çevirisi idi. Çeviri de bir o kadar keyifliydi. Bulabiliyorsanız bu versiyonu tercih edin.
One of Lifetime favorites!
Okuduğum en harika kitaplardan biri. Neden ve nasıl harika olduğunu anlatmak zor.
- Buz dokuz mükemmel bir scifi fikri.
- Calipso'lu inanç sistemi mükemmel.
- Karakterler çok iyi, kan bağı olanların ilişkilerindeki tuhaflıklar harika.
- Kurt Vonnegut'un kalemi, esprileri olağandışı.
Hepsinin birleşiminden tarifi zor, şahane bir şey olmuş. Bu kadar eğlenceli bir kıyamet hikayesi daha yazılmamıştır.
Metin Çakır nevi şahsına münhasır çok eğlenceli bir dedektif. Tunaboylu'nun bu karakteri devam ettirmesi gerekiyormuş gerçekten de. Esprili bir dil, hızlı bir akış. Keyifle okunan bir polisiye.
İstanbul'un türlü mahallelerinde her türden insanın dahil olduğu heyecanlı bir macera.
Yerli polisiyede İsmail Güzelsoy'un benim için yeri çok ayrı.
Yine masal gibi bir roman. Doğu Anadolu'nun karı-buzuyla başlıyoruz. Harika gotik bir atmosfer, Poe'ya övgü niteliğinde. Kargalar da öyle...
Faruk Ferzan ve onu kurtaran Doslar. İki tarafın da geçmişlerini öğreniyoruz. 'Doslar'ın travmatik ve acı başlayan ama kardeşlik ve dayanışmayla devam eden öyküleri... Faruk Ferzan'ın fennî sihirler ile başlayan, İstanbul'daki hayatı ve aşkı bulmasıyla devam eden öyküsü...
Karanlık ve karamsar olması gerekir diye düşündüğünüz atmosferlerde alabildiğine umut dolu ve iyimser duygularla bitirdiğim bir roman. İsmail Güzelsoy işte böyle duygular yaşatıyor.
Bu kitapla ilgili tek bir eleştirim var. 'Değmez' diye noktalanan çeşitli düşünce, görüş ve diyaloglar var. Olması da doğal, kitabın mesajı bu. Ama bu 'değmez'ler fazla geldi bana. Metnin içinde 'değmez' geçirmek için gereğinden bir tık fazla çabalanmış gibi hissettim. Bir veya en fazla iki yerde olsa daha çarpıcı olacaktı. (Bunun en iyi örneği için bkz. Hakan Günday / Daha)
Gerçekten de bir dejavu.
Eski bir arkadaşıyla öğrencilik günlerine dair sohbet ederken, geçmişte yaşanmış bir cinayeti yeni öğrenir karakterimiz. Sonra da doğaüstü bir şekilde o günlere döner. Zamanda yolculuk temasına takılmayın, başka doğaüstü bir durum yok. Geri kalanı kahramanın olayı, nedenini ve faili çözmeye / önlemeye çalışmasıyla gayet polisiye olarak devam ediyor.
Alper Kamu'yu okumayacağınız bir Alper Canıgüz.
Kendi öğrenciliğine göndermeler olmasından hareketle bir miktar otobiyografik öğeler barındıran bir roman olduğu kanaatindeyim.
Keyifle okudum.
John Le Carre'nin her romanında dünyanın başka bir yerindeki conflict'i alıyor, zamanın politik dinamikleri için hikayeleştiriyor. O bu işin büyük üstadı. O kadar ve o kadar iyi ki; kitap diğerlerinden azıcık daha az iyi olursa, Le Carre'ye yakıştıramıyoruz. Okuyucu beklentisi çok yüksek. Çıtayı kendisi yükseltti.
Salvo ne beyaz ne de siyah bir karakter. Kapaktaki zebra onu sembolize ediyor. Salvo ne İngiliz ne de Afrikalı. Le Carre'nin pek çok karakteri gibi o da arada kalmış, özünde iyi olmaya çalışan bir karakter.
Bu sefer Doğu Kongo'ydayız. Kongo'nun politikasındaki ipleri çekmeye çalışan Anglo-saksonlar, Afrika ülkelerindeki darbeler... Konu çok iyi. Ama her nedense öykü diğer Le Carre öyküleri gibi içine çekmedi, sarmadı beni. Her Le Carre kitabını bitirdikten sonra 'vay anasını arkadaş!!!' derken, bu kitapta diyemedim. :( Hatta sonundaki ince espriye de vakıf olamadım dersem yeridir.
Üçlemenin sonuncu kitabında tüm tarihçeler öğreniliyor, hikaye yerli yerine oturuyor.
Sonda yine ağırdan alınmış bir kaç yüz sayfa var. Ana karakterlerin 'şimdi biz neyiz' sorunsalıyla uğraşıyoruz. Ama bu başta 200 safya sonda 100 sayfa tampon, Larsson tarzı demek ki; artık onu anladık.
Bu yüz sayfadan önce, konu açıklığa kavuşmadan hemen önce, aksiyonun tırmandığı ada sahneleri çok akılda kalıcı.
Üçleme için güzel bir bitiriş olmuş.
Adamcağız vefat ettikten sonra biri el attı da dördüncüyü yazdılar, yayınladılar. Ben okumadım onu. Bence tadında bırakmak lazım.
Osman Aysu, Türkiye'de yerli polisiye yazının yaygınlaşmasında büyük emekleri olan bir yazar.
Fakat tarzı bana hitap etmiyor her zaman.
Bu kurguyla ilgili kafama yatmayan çok şeyler var. Bir insan nasıl hiç tanımadığı hem de başka milletten bir insanın yerine geçebilir?
Küçük kız merakı olan antik eser koleksiyoncusu kötü adam gibi klişelere kafanızı toslayacaksınız. Vaktiniz bolsa, kolay akan eğlencelik bir şeyler okumak istiyorsanız, budur.
Osman Aysu'nun Türkiye'de poliye yazının bilinirliğinin artırılmasında oynadığı rol büyük.
Ve fakat yazdıkları fazlasıyla birbirinin aynı.
Osman Aysu akıcı yazan bir yazar. Fakat, kitapları bir seri üretim fabrikasından çıkma gibi. Özellikle Bıçak Sırtı'nda pek çok klişe var. Gazeteci kız, sapık katil, ezberlediğimiz bıçaklama sahneleri, son sahnenin geçtiği konak, vs. Çevirdiğiniz her sayfayı ezbere biliyormuş gibi oluyorsunuz. Veya TV'de bir Amerikan aksiyonu seyrediyormuş gibi...
Bir kitabın mekan, zaman ve hissettirdikleri bakımından okuycuyucu çepeçevre sarması ender oluyor. Bu kitapta bu duyguyu çok net yaşadım.
Akılda kalıcı ve şaşkınlık uyandırıcı bir korku hikayesi. Tuhaf şehire dair tüm betimlemeler, kar-buz ve korku, yaratıkların betimlenmesi unutulmaz!
Tek kelimeyle bir klasik. Özellikle korku takipçilerinin başucu kitabı olarak bulundurması şart.
Amma ve lakin ben bu kitabı okurken çok zorlandım. Kısacık da bir kitap ama sanki ansiklopedi okuyormuşum gibi elimde uzadı da uzadı... Neden olduğunu teşhis edemiyorum. Kitabın kendisinden kaynaklı hiçbir şey söyleyemiyorum. Belki çeviriden, belki de benim o zamanki ruh halimden...
İki roman iki farklı çizer tarafından yeniden üretilmiş. Her ikisinin de üslubu çok keyifli. Zevkle okudum. Zenci bibloları favorim.
Lakin, On Küçük Zenci benim belki on beş kere okuduğum, neredeyse ezbere bildiğim bir romandır. Dolayısıyla onu okurken akışta bir zorlanma hissetmedim. Fakat Mavi Trenin Esrarı (daha önce okumuş olmama rağmen) kurgunun detaylarını unuttuğum bir romandı. Unutmuş olarak çizgiromandan okuyunca bazı yerlerde ne olup bittiğini tam anlayamadım. Bazı detaylar atlanmış ve/veya hızlı geçilmiş. Bu gözle bakınca, On Küçük Zenci için de aynı eleştiriyi yapmak mümkün. Ben kurguya çok hakim olduğum için bu atlamalar beni rahatsız etmemiş sadece.
Dolayısıyla bu seriyi Agatha romanlarını halihazırda okumuş olanların, çizgi versiyondan alacakları sanatsal zevk için okumalarını öneririm. Romanı okumayanların kurgunun güzelliğini kaçırma riski yüksek.
Afganistan'da neler oluyor?
Afgan halkının o topraklardaki tarihini öğrenmeden bugün ne olduğunu tam olarak anlamaya imkan yok. Doğrusu neymiş öğrenmek istiyorum ama akademik makale okuyacak mecalim yok diyenin imdadına Forsyth yetişiyor.
Malumunuz Forstyh her türlü politik conflict'e dair okuyucularına bilgiyi gerçekçi bir üslupla sunan harika bir yazar. Çünkü o bir conflict bölgesi muhabiri, bir araştırmacı gazeteci aslen. Ve fakat aynı zamanda da mükemmel bir hikaye anlatıcısı. Bu iki özelliğini birleştirdiğinde başyapıtlar koyuyor ortaya.
Afgan'da Afganistan'daki etnik aşiretleri, bunların neden birleşip bütün olarak hareket edemediklerini, Afgan Rus savaşını ve Taliban'ın doğuşunu okuyup öğreniyoruz. Özellikle Taliban ile ilgili çok çok ilginç şeyler öğrendim.
Ancak bu kitapta her nedense Forsyth'ın hikaye anlatıcılığı her zamankinden zayıf kalmış. İnsanın kendine kaptıracağı bir kurgu bulamadım bu romanında. Karakterle de pek bütünleşemedim. Forsyth'ın muhteşem twist'li sonlarını, şahane kurgusunu aradım. Bulamadım.
Glenn Meade Türkiye'ye kitap fuarına geldiğinde imzalatma şansım oldu bu kitabı. Benim için önemliydi çünkü bu kitabı GETEM'in sesli kitaplar kütüphanesi için seslendirmiştim. Sağolsun kendisi de ilgi gösterdi ve hatta fuar dönüşü bana küçük bir teşekkür e-postası attı. Alçak gönüllü ve sempatik bir yazar.
Heyecanlı, maceralı bir Meade. Ortadoğu'dan Vatikan'a uzanan bir macera. Meğerse İsa Mesih tarihi bizim bildiğimiz gibi değilmiş ve bu konuda gizli antik parşömenler varmış. Bu parşömenlerin peşinde de iyisi, kötüsü, yakışıklısı, güzeli, çirkini...
Keyifli bir macera.
Muska'nın algıları açık çocuk karakteri Sarp Sapmaz büyümüş.
Bodrum katında gül desenli yer taşları olan eski bir ev. Evin etrafında farklı ajandaları olan çeşitli karakterler. Gül desenlerine maruz kalanların başına kötü şeyler geliyor tahmin edeceğimiz gibi. İçerideki doğaüstü kötülük ile mücadelede görev yine Sarp'a düşüyor.
Korku-fantazya'da önemli bir isim olan Sadık Yemni'nin epeyce hacimli bir kitabı. Ama gözünüz korkmasın. Bu kitaptaki kurguyu Muska'ya göre daha derli toplu buldum.
Sonu sürprizli çıktı. Beklemediğim bir son oldu. Bu sonu beğendim mi? Emin değilim.
Keyifle okudum.
(Bu kitabı GETEM sesli kütüphane projesi için seslendirdim.)