2005 yazında G8 zirvesi Edinburgh’da gerçekleşirken; dedektifimiz John Rebus ve yardımcısı Siobhan küreselleşme karşıtı eylemlerle uğraşırlarken bir politikacının Edinburgh Kalesinden düşmesi de tuz biber eker. Rebus’ın politikacının ölümüyle ilgili araştırması, onu şirket lobicilerine, siyasi yozlaşmaya ve gerçeği saklayan aktivistlere götürür. Aynı anda Scotland Yard, hapisten yeni çıkmış olası bir seri katilin izini sürmek için yerel polislerden yardım ister. Siobhan bu ikinci soruşturmaya yoğunlaşır ve öldürülen birkaç erkeğin isimlerinin internette “değersiz ölüler” olarak listelendiği bir anma sitesi bulur.
İskoç yazar Ian Rankin’in dedektifi Rebus’un bu macerası hem farklı konuları aynı anda ilerletmesi hem de politik yozlaşmayı da merkeze almasıyla öne çıkıyor. Adalet her zaman tertemiz değil ve ona hizmet eden sistemler, göründüklerinden daha kırılgan ve yozlaşmaya açık.
1950’lerin İngiltere kırsalında yaşayan 11 yaşındaki zeki, meraklı ve kimya tutkunu Flavia de Luce, bir sabah evlerinin kapısında ölümcül şekilde yaralı bir adam görür. Adam Flavia’nın önünde ölür ve babası bu olayla ilgili tutuklanır. Gerçeği ortaya çıkarmaya karar veren Flavia, hem ailesinin geçmişindeki karanlık gerçeklerle hem de kasabanın yıllardır sakladığı sırlarla yüzleşir.
Roman, klasik İngiliz polisiyesinin nostaljik atmosferini, modern bir çocuk dedektifin zekâsı ve alaycı mizahıyla birleştiriyor. Çağdaş gizem edebiyatında önemli bir yere sahip olan romandan sonra Flavia karakteri serileşti. Molly Belle Wright, Martin Freeman ile Toby Jones gibi önemli oyuncuların yer aldığı bir film versiyonu duyurulmuştu. Halen merakla çıkmasını bekliyoruz.
SS Üsteğemeni ve askeri soruşturmacı olan kahramanımız Heinrich Hoffmann, 1943 yılı yazında savaşla parçalanmış Beyaz Rusya’nın ölüm tarlalarındaki bir kasaba ahırında öldürülmüş ve vücutları kesilmiş haldeki Alman generalinin ve karısının katilini bulmakla görevlendirilir. Olayın tek tanığı konuşmakta zorlanan, dehşete düşmüş altı yaşında bir kız çocuğudur. Heinrich gerçeğin peşine düştükçe, yakılmış köylerden, toplu mezarlardan ve savaşın harabeye çevirdiği topraklardan geçen bir yolculuğa çıkar.
Bir cinayet soruşturması olarak başlayan roman, Alman birlikleri içindeki yozlaşma, sivillere uygulanan kitle şiddeti, ideolojik fanatizm ve insanların aşırı koşullar altındaki ahlaki çöküntüsü üzerine bir anlatıya dönüşüyor. İnsanın içini acıtacak gerçekler, melodrama kaçmadan en yalın ve gerçek haliyle bize sunuluyor. Savaşın karanlık köşelerini sorgulayan, unutulması zor bir anlatı.
Delhi’nin ünlü özel dedektifi Vish Puri en tuhaf davalarından birinin içine sürükleniyor. Hayatını sahtekâr guruları ifşa etmeye, batıl inançları çürütmeye adamış Dr. Suresh Jha’nın sansasyonel şekilde ölmüştür. Tanıklara göre, sabah yapılan kahkaha yogası seansında Tanrıça Kali dumanlar arasında belirmiş, Jha’yı kılıçla öldürmüş ortadan kaybolmuştur. Puri adım adım doğaüstü görüntünün perdesini aralayacak, şantaj ve dolandırıcılık ağını da ortaya çıkartacaktır. Tarquin Hall, mizahla harmanladığı gözlemleri, Puri’nin yemek düşkünü ama inatçı kişiliği ve Delhi’nin canlı atmosferiyle hem eğlenceli hem de sağlam kurgulu bir polisiye okutuyor. Günümüz Hindistan’ının inanç, sahtekârlık ve güç ilişkilerini hem komik hem de düşündürücü bir dille keşfediyoruz.
1940'ların başında, İstanbul'da geçen bir uluslararası casusluk öyküsü. Ordu terk, yeni yayıncı Cemil, eski tanıdığı Sahaf Barati'nin cinayetini, Barati'nin kızı Mona ile birlikte araştırıyor. Tarihi bilgilerle birlikte, oldukça gerçekçi bir siyaset/savaş komplosu okudum. Tam benlik bir kitap.
Cumhuriyet dönemi hikayeciliğine övgü atıflarını, Lovecraft göndermelerini, mezat sahnesini çok sevdim. Kapaktan nefret ettim. Oğlak şu kadar güzel, rengarenk sinematografik bir atmosfer sunan kitaba, bu sıkıcı, mesajsız, anlamsız kapaktan çok daha iyisini yapabilirmiş.
2025 yılı Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı ödülünü de eve götürdü. Yakıştı, helal hoş olsun.
Günay Gafur'un kalemi çok kuvvetli. Roman okuru içine çekiyor, kendisini hızla okutuyor. Aile içi şiddet mağduru Yusuf, ablasını ve annesini babasından korumak için babasını öldürünce hapse düşer. Burada 'Baba'nın koğuşuna kabul edilir. Kendince bir etik ve adalet anlayışı olan koğuş ağası Baba, bir gün ortadan yok olur ve yerine Yusuf'u (Kaşif) halef bırakır. İşleri ele alan Kaşif, Baba'ya kimin ihanet ettiğini bulmak durumundadır.
Kitap kuantum fiziğini arkasına alarak farklı evrenlerde aynı kişilerin var olmasını önerme olarak bizlere sunuyor ve bu önermeyi iyi bir kurguda işliyor. Arada vampir temaları da var. Çok boyutlu ve zengin bir kurgu.
Günay Gafur’un Kristal Kelepçe'ye aday olan ikinci romanı bu. Ben ilkini daha çok beğenmiştim ama bunu da çok sevmediğim zannedilmesin. Bazı mutlu sonlar ruhuma işliyor, bu kitap da öyle. Nitekim işin sonu 2024 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı ödülüne bağlandı.
Kitabı ilk okumaya başladığımda takma isimler, izole ada, kapalı oda vs. derken; yine parodi dahi olamayan kötü bir Agatha Christie taklidiyle (yerlisiyle, yabancısıyla epeyce var, bazıları direkt kopyalama usulüyle üretiliyor, siz de okumuşsunuzdur) karşı karşıyayız dedim. Neredeyse bırakıyordum. (Neyse ki kolay kolay kitap bırakmam.) Derken olaylar bambaşka bir boyuta evrildi ve hiç de On Küçük Zenci taklidi olmayan, gayet komplike kurgulu, çok iyi bir Japon kilitli oda polisiyesi olduğunun farkına vardım. Sonrasında okuma zevkim çok arttı.
Tsukishima Adası, eksantrik mimar Kiyoshi’nin mülküyken, Mavi Köşk Cinayetleri olarak bilinen korkunç bir trajediye sahne olmuştur. Köşkte gerçekleşen gizemli yangından sonra Kiyoshi, eşi Kazue ve köşkün hizmetlisi olan çift, cinayete kurban gitmiş olarak bulunmuştur. Bahçıvan o günden beri kayıptır. Bu olaydan aylar sonra, Polisiye Kulübü üyesi yedi üniversite öğrencisi, ünlü polisiye yazarlarından esinle edinmiş takma isimlerle (Agatha, Poe, Leroux vb.), bir hafta geçirmek üzere adaya gelirler ve adadaki müştemilat olan Ongen Ev’de kalmaya başlarlar. Eksik tabaklar, garip mesajlar ve adada başkalarının varlığına işaret eden tuhaf detaylar ortaya çıkar. İlk ölüm gerçekleştiğinde, artık izole adada bir ölüm kalım oyununun içinde olduklarını anlarlar. Bu arada ana karada olaylar gelişir: Meğerse intihar eden polisiye kulübünün eski üyesi Chiori, eksantrik mimar Kiyoshi’nin kızıymış. Kulübün bir diğer eski üyesi Kawaminami isimsiz bir mektup alınca, Chiori’nin amcasının arkadaşı olan Shimada ile araştırmalara başlar. Böylece adaya yapılan gezinin masum bir tatil değil, kasıtlı ve karanlık bir planın parçası olabileceği anlaşılır.
Ongen Ev Cinayetleri, modern Japon polisiyesinde 'honkaku' (geleneksel mantık bulmacası) akımını canlandıran eser olarak kabul ediliyormuş. Mimariye dayalı kurgu, çift zaman çizgisi kullanımı, adil ipuçları, izole mekân atmosferi, Agatha Christie’ye ve diğer altın çağ yazarlarına yapılan bilinçli göndermeler… Listenize ekleyin.
(Ancak çeviride sürekli ve ciddi Türkçe hataları var, okuma zevkini azaltıyor. Söylemedi olmasın.)
Kocası Gabriel ile harika bir evliliği varmış gibi görünen ünlü ressam Alicia bir gün sandalyeye bağlanmış ve defalarca ateş edilerek öldürülmüş kocasının başında kanlar içinde dikilirken bulunur. O günden sonra da konuşmayı bırakır. Grove isimli bir psikiyatri hastanesine yatırılır. Alicia’nın vakasını bir nevi takıntı haline getiren psikoterapist kahramanımız Theo Faber, kadının neden konuşmadığını çözmek için Grove’da çalışmaya başlar. Elbette burada kalmaz ve ‘bir yerlerde bir travma olmalı’ diyerek kadının geçmişini de yetkisizce araştırmaya başlar. Kendi eşiyle de problemleri olduğu için Alicia ile birlikte Theo’nun da psikolojisi bizim için mesele haline gelecektir. Peki Gabriel’i gerçekten Alicia mı öldürmüştür, yoksa Alicia aslında suçsuz mudur?
Alicia’nın neden konuşmadığıyla ilgili gayet iyi bir ‘twist’ içeriyor bu roman. Sosyal medyada “Ay ben ne olduğunu kitabın yarısında anladım,” diyenler gördüm, şaşırdım. Vallahi bravo, ben hiç anlamadım, sonunu da beğendim.
Trendeki Kız ve Kayıp Kız gibi metropol sakinlerinin evlilik buhranlarından yola çıkan cinai gerilimler, polisiyede yeni bir alt tür oluşturuyor. Bu kitabı da oraya koyabiliriz.
Psikiyatri hastanesinde Alicia ile husumeti olan saldırgan ve sıkıntılı hastanın Elif isminde bir Türk kızı olduğunu da dip not olarak düşeyim.
İlk bölümden itibaren sürükleyici, merak ettirici, kaliteli bir polisiye. Ben çok beğendim. 2019’dan bu yana halen filme uyarlanmamış olması şaşırtıcı. Brad Pitt’in yapım stüdyosu bir uyarlama üzerinde çalışıyormuş diye bir rivayet var. Bakalım.
Merhaba, yorumum silinmiş, size hiç yakıştıramadım.
Bu kitabın kapağı, basbayağı Oğlak'ın daha önce yayımlanan "Seni Kurtaracağım" kitabının kapağının aynısı! Çok ayıp.
Yaprak Öz'ün son romanı "Tılsımlı Tebessüm"de karakter Mavi Işıklar konserine, Moda Sineması'nda gidiyor. Kurgu bir metin de olsa tarihi detaylar veriliyorsa kendi içinde tutarlı ve gerçekçi sunulmalı. Yeterli araştırmalar yapılmalı. Yazar yapamıyorsa bile editör yapmalı! O mekanda bir Mavi Işıklar konseri olsaydı sinemanın adı Kafkas olmalıydı çünkü sinema bu isimle orada 1969'da açıldı.
louise penny ile birlikte polisiye roman evrenime pastoral ve hümanist bir renk geldi, çok sevdim. ingilizce okuyabiliyorum ama herşeyi anlayabildiğimi söyleyemem : ) özellikle romanları türkçe çevirilerinden okumayı seviyorum, son iki romanının çevrilmesiyle ilgili bir gelişme olursa haber edin olur mu, çok sıkı takip edemiyorum çünkü . iyi günler dilerim...
The Grey Wolf (2024), The Black Wolf (2025)
Arka kapakta "Erdal Erkut’un polisiye dizisi “Komiser Agnes Polisiyeleri”nin ilk kitabı" diye bir ibare var. Erkut'un daha önce iki tane Komiser Agnes kitabının yayımlandığını bilmesek inanacağız.
Ne kadar üzücü, koskoca Oğlak Yayınları, yıllar önce kendi yayımladığı "Seni Kurtaracağım" kitabının kapağını biraz değiştirip başka yazara uyarlamış.
"Siyamlı İkizler"i okuyorum ancak kitap yayıncılık açısından bir facia! Yazım/ dizgi yanlışları almış başını gitmiş. Fransızca kişi adlarının, yer adlarının, sözcüklerin, kısa cümleciklerin neredeyse tamamı yanlış yazılmış. Hiç mi akıllarına gelmemiş bir bilene sormak?
Gemi'de de çok fazla yazım yanlışı vardı. Yayınevi belli ki hiç önem vermemiş düzeltiye. Hiç yakışmamış İnkılap Yayınevi'ne. Korkarım Sapıklar için de durum aynı.
kitabın polonya setinde çekilmiş dizisini seyrettim ve çok beğendim. uyarlamasını izleyince kitabı okumak içimden gelmez, hele de whodoneit tarzı böylesi romanlar için. polonyalılar sinemada olduğu kadar televizyonda da çok iyiler. açıkçası harlan coben'in romanlarından daha çok beğeniyorum dizi uyarlamalarını : )
Listeye soyle bir bakinca cok odul kazanmanin formulu cikiyor: Seksist bir yaklasimla, klasik kim-yapti polisiyelerinde Martin Edwards'in erkeklerde bir sayi aldigini, polis prosedurlerinde ise bircok kadin yazara ragmen hard-boiled polisleri basta Connelly olmak uzere erkek yazarlarin kaptigini goruyoruz. Tabii her iki kulvarda da yarisan Louis Penny, Margaret Maron ve Val Macdermid'i de saymak gerek. Kissadan hisse, son yillardaki trendlere ragmen somine basi polisiyeleri domestik gerilimleri yine yeniyor.
Louise Penny 28
Rhys Bowen 15
Laura Lippman 14
Catriona McPherson 14
S.A. Cosby 13
Peter Robinson 11
William Kent Krueger 11
Michael Connelly 11
Nancy Pickard 11
Margaret Maron 11
Hank Phillippi Ryan 11
Sue Grafton 9
Sujata Massey 9
S.J. Rozan 9
Lou Berney 9
Adrian McKinty 9
Donna Andrews 8
Val McDermid 7
Sharyn McCrumb 7
Martin Edwards 7
Jane Harper 7
Yazmaya geldiğim yorumu 2008 yılında driyigun yazmış zaten. Kötü çeviriye tahammül edilebilir ama bu kitabın çevirisi sadece kötü değil, kısaltılmış, kırpılmış, perişan edilmiş bir çeviri. Bu halini okumaktansa hiç okumamak daha mantıklı olur. Ama John Dickson Carr'ın kötü çevirmenlere düştüğüne de tam katılmıyorum, Va-Nu'nun çevirileri harika(He Who Whispers - Viran Kule ve The Case of the Constant Suicides - Düşman Dostlar) + Ölüm Anaforunun çevirisi da baya baya iyiydi.
Ongen Ev Cinayetleri, Tokyo Zodyak Cinayetleri ile yavaş yavaş kendine gelen honkaku akımını (Japon cozy polisiyeler) adeta yeniden diriltir. Bu yüzdendir ki roman, Shin Honkaku (Yeni Ortodoks) hareketinin başlangıcı olarak kabul edilir. Kapalı oda-kim yaptı tarzını seviyorsanız kaçırmayın.
Elime kitabı aldığımda beni bu kadar derinden etkileyeceğini bilemezdim. Bir polisiye kitapta hem korku hem de ağlama duygusunu ilk defa yaşadım. Okumaya başladığınızda elinizden bırakamayacağınıza emin olabilirsiniz.
Başkomiser Muzaffer'in yolculuğu hiç bitmesin.
bu kitabı satın almak istiyorum
Bu kitabı satın almak istiyorum.
Bu kitabı okumak maceralı oldu: Storytel’de dinlemeye başladım, kitap sardı. Tam ortasındayken bir gün bir açayım ki; kitap sırra kadem basmış! Kitabın ismi listelerde görünmediği gibi okuma geçmişinde bile izi yok. Storytel müşteri hizmetlerine yazdım. “Telif problemi nedeniyle kaldırmak zorunda kaldık. Böyle durumlarda okurlara önceden bilgi veriyoruz. Size neden bilgi gitmemiş biz de anlamadık. Özür,” dediler. Çok kızdım. İnsan bari iki aylık ücretsiz telafi filan verir. Fakat elden ne gelir? Neyse ki ben sadece kütüphanemde fizikî olarak bulunan kitapları Storytel’de dinlediğim için kitap vardı. İkinci yarısını eski usul okudum.
Kitap çok sardı. Konu mu çok enteresan? Hayır. Karakterler mi orijinal? Hayır. Nasıl oluyorsa ilk bölümden itibaren okuru içine çeken, çok sürükleyici bir kitap, tam bir ‘page-turner’. Harlan Coben okuru metne kul etmeyi iyi beceriyor.
Ana karakterimiz, ilçe savcısı Paul Copeland, gençliğinde ablasını bir seri katile kurban vermiş, genç karısını da kanserden kaybetmiş bir adam için gayet hayat dolu bir baba. 20 yıl önce ergenler için ormanda düzenlenen bir yaz kampında iki genç vahşice öldürülmüş, iki gencin de cesedine ulaşılamamış. Bir tanesi Paul’ün ablası, diğeri Gil isminde bir başkası. Olay yaşandığında Paul de kamptaymış. Dahası gecenin nöbetçisi olarak herkesin kulübelerinde olduğunu kontrol etmek onun sorumluluğundaymış ama o kız arkadaşı Lucy ile takıldığı için görevini yapmamış.
Paul yirmi yıl sonra bir cinayet kurbanını teşhis için çağrılıyor. Olayı araştıran polis kurbanın Gil olduğunu düşünüyor. Gil bu kadar yıldır hayattaysa Paul’ün ablası da yaşıyor olabilir mi? Paul eski dosyaları açıyor ve araştırmalarına başlıyor. Lucy gibi eski karakterler kareye giriyorlar. Orman araştırılıyor, yeni cesetler bulunuyor. Şudur budur derken öykü kendisini sonuna kadar zevkle okutuyor.
Enteresandır, Paul’ün üniversite yurdunda zengin öğrencilerin toplu tecavüzüne uğrayan siyahi eskort kızın açtığı davayı yürüttüğü kısımlar ana kurgudan daha fazla aklımda kaldı. Coben ana karakteri bize benimsetmek için koyduğu bu detayı öyle iyi öykülemiş ki, bu detay tek başına bana epey sayfa okuttu. Coben gerçekten iyi bir hikâye anlatıcısı.
Kitabın “Woods” isimli Lehçe bir mini dizi uyarlaması var Netflix’te. Henüz izlemek kısmet olmadı, listeye aldık.
Bu kitap 2023 yılı Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı ödülü adayıdır.
Arkeolog Maya Mor Milas yakınlarında tarihi kalıntı ararken yakın zamanda gömülmüş bebeklerin iskeletlerini bulduğu sırada saldırıya uğruyor. İyileştikten sonra geri dönüp olayı araştırmaya girişiyor. Geri dönmeden önce tanıştığı üst kat komşusu Nysa’nın da bambaşka bir hikayesi var, annesini ve babasını öldürdüğü için hapis yatmış. Köy yerinde Maya’nın araştırmaları onu karmaşık bir ensest skandalına götürüyor.
Kitap akıcı bir dille ve sürükleyici bir üslupla yazılmış. Öykü de enteresan. Zevkle okuyacaktım ki birden karşıma Maya’nın farklı kişilikleri olan Kali-Maya ve Karya-Maya çıktı. Yetmezmiş gibi bir de Maya ve Mor’un kendi aralarındaki sohbetler… Yine bir süperkahraman vakasıyla karşı karşıyayız. Dövüş sporlarının hepsini bilen, silahsız gezmeyen, atlayıp zıplayan, erkeklerle teke tek dövüşen, botlarından bile bıçak çıkan bir arkeolog. Tüm gençliğimi Tomb Raider oynayarak geçirdim, Lara Croft bile bu kadar uçuk değildi. Karakter değiştirdiğinde sesi ve göz rengi değişen, bu ‘gizli sanatı’ annesinden edinmiş bir karakter… İşte tam o noktada öyküden feci soğudum. Tek acayip karakter Maya da değil üstelik. Nysa başlıbaşına bir vaka. Mağarada büyümüş sakat Derviş desen ayrı bir vaka. Eski porno yıldızı Şeyda Nur vaka. Marjinal olmayan karakter yok, polisiye değil de Galaksi’nin Koruyucuları'nı okuyormuşum gibi…
Savcı Selim ve sevgilisi Timothy’nin ne diye tanımadıkları bir kadının peşine takıldıklarını anlayamadım. Nitekim öyküdeki rolleri de gerçekten gerekli gibi görünmüyor. Son dönemeçte hayatımıza giren eski polis Harun baştan gelip Selim’in yerini alsaymış belki daha bütünlüklü bir öykü olurmuş.
Nysa bu öykünün temel bir parçasıydı ama Nysa’nın Kızıl Cek’ten alacağı intikam ortada kaldı.
Maya’nın silahının ruhsatlı olduğunu okuduk. Toplayamadığı fişek olunca silahın artık kullanılamayacağını söylüyor Maya. O nasıl oluyor? Ruhsatsız olsaydı atardı çöpe giderdi, ruhsatlı tabancadan balistik kaydından seni her türlü buluyorlar, silahı atsan da atmasan da.
İyi bir Türkçe kullanılmış ancak diyaloglardaki paragraf ayrımlarında sürekli tekrarlanan hatalar var.
Bir yıl geçtiği halde kitabı halen detaylarıyla hatırlıyor olmam enteresan. Bu da kitabın başarısı, ne dersek diyelim. Karmaşık duygular uyandıran bir kitap özetle.