menu

İstanbul'un Başrolde Olduğu Polisiye

Yazan: Erol Üyepazarcı
Yayın Tarihi: August 09, 2011 05:39

Ahmet Ümit, tıpkı Dashiell Hammett belki daha çok Raymond Chandler gibi polisiye roman yazmaktadır ve onlar gibi okuyucusunu küçümsemeyen ve onlara saygısı olan bir yazardır. Yapıtlarındaki sanat, polisiye roman okuru için var edilmektedir. Yarım yüzyıllık bir okur ve polisiye roman tutkunu olarak, Ahmet Ümit'in romanları beni hep şaşırtıyor, 'İstanbul Hatırası' da şaşırttı.

Rahmetli Fethi Naci polisiye roman edebiyatında ‘kara roman’ın kurucusu olan Dashiell Hammett’in İnce Adam romanını incelerken “Hammett’in kalemi bir kamera gibidir; sanki yazmaz gösterir; bunun için de onun yapıtlarında gereksiz açıklamalar, betimlemeler yoktur” diye yazar. Bu çok doğru saptama Fethi Naci’nin ‘iyi polisiye roman iyi edebiyattır’ gerçeğini kabul ettiğini gösterir. Ama eleştirmenimiz bu sözlerinden sonra şu eklemeyi yapmadan da edemez: “Üstelik Hammett bunu kültür düzeyi belli olan polisiye roman okurları için yapıyor.” Eleştirmenimizin, Hammett’in polisiye romanını harcamaya gönlü razı olmamıştır ama polisiye roman okurunu çok rahat harcamıştır. Halbuki Hammett, okuruna saygısı olan bir yazardır; romanında ‘sanat’ varsa bu okurları için var edilmiş bir sanattır. Polisiye romanın küçük görülmesi, ikinci sınıf bir edebi ürün sayılması, eğer polisiye yapıt inkar edilemeyecek edebi niteliklere sahipse bu kez okuyucusu küçültülerek, böyle bir okuyucu için bu zahmete katlanılmasına üzünülmesi aslında edebiyatı kendilerine göre sınıfa ayıran yine kerameti kendilerinden menkul kıstaslara göre edebi eserlere değer biçen ‘edebiyat tapınağının gardiyanları’nın artık Batı’da değerini çoktan yitirmiş kıymet hükümlerinin sonucudur. Elli yıllık bir polisiye roman tutkunu olarak ülkemizde bu düşüncenin hâlâ geçerliliğini koruduğunu üzülerek gözlemliyorum. Geçenlerde bir tanınmış şair ve öykücümüz de Georges Simenon’un yeniden basılan eserlerinden söz ederken “Ona polisiye roman yazarı diyemem, o gerçek bir edebiyat adamı” diye yazıyordu. İşte bundandır ki pek çok okur polisiyeye dudak bükmekte ve polisiye okuma hazzına karşı koyamayıp polisiye roman okuyunca da bunu mahçup bir zevk gibi yaşamakta, ‘kafa dinlendirmek istedim’ gibi bahaneler göstererek mazur görülmek istemektedir.
Her zaman gerine gerine polisiye roman okumaktan haz aldığını söylemekten geri kalmayan bu satırların yazarı bu yanlış düşünceyi her ortamda eleştirmekten ve edebi yapıtlar da gerçekten az olan sanatın var olduğu eserleri türüne göre baştan mahkûm etmenin anlamsızlığını belirtmekten usanmamıştır.

Polisiyenin hakkı mı yeniyor?
Ahmet Ümit de tıpkı Dashiell Hammett -belki daha çok Raymond Chandler gibi- polisiye roman yazmaktadır ve onlar gibi okuyucusunu küçümsemeyen ve onlara saygısı olan bir yazardır. Yapıtlarındaki sanat polisiye roman okuru için var edilmektedir. Emek eseri olan ve akıllı, çarpıcı bir kurgunun sürükleyiciliğindeki yapıtları iyi polisiye romandır ve iyi edebiyattır. Polisiye roman türüne girmeyen eserleri de olmasına karşın kanımızca Ahmet Ümit halis bir polisiye roman yazarıdır ve son dönem edebiyatımızın en çarpıcı isimlerinden biridir. Hep düşündüğüm bir husus ise Ahmet Ümit’in polisiye roman yazdığı için edebi yaşamında yanlış ve haksız bir değerlendirmeyle karşılaşıp karşılaşmadığıdır. Bunu kuvvetlice duyumsadığım için yukarıdaki girişi yazdım.
2008 yılında Ahmet Ümit Bâb-ı Esrar adlı arka fonunda Mevlana-Şemsi Tebrizi ilişkisini ele alan bir roman yayımladı. İlginç bir kurgu içinde gelişen roman, kişisel kanımca çok başarılıydı. Aynı günlerde kadınlar için pembe, erkekler için gri kapakla çıkan bir başka romanda da aynı arka fon vardı. İki yapıtında medyadaki algılanmalarını dikkatle izledim ve ikinci eser hakkındaki aşırı ilgi fazlalığını açıkça gördüm. Kastettiğim ilgi ikinci yapıtın çok satması veya moda olmasıyla ilgili değildi. Bunların pek önemi olmayacağının bilincindeydim. Yazın iki ay kaldığım bir tatil beldesinde pek çok kadının güneş kremi veya gözlüğü gibi pembe kapaklı kitabı yanında sahile getirip, okumadan geri götürdüğünü gözlemlediğimden çok satmak, moda olmak beni fazla etkilemedi; asıl takıldığım, edebiyat dergilerinde gazetelerin kitap eklerindeki pembe/gri renkli kitaba olan ilgi fazlalığıydı ve kanımca çok daha sürükleyici ve gerçekçi bir şekilde kurgulanan Ahmet Ümit’e haksızlık yapılmıştı. Bu, aklıma ‘Ahmet Ümit polisiye yazdığı için mi hakkı olan ilgiyi görmüyor?’ sorusunu getirdi. Yine de böyle olmadığını umut etmek istiyorum. Çünkü Ahmet Ümit yalnız Türk polisiye romanında bir aşama değil, çok sıkı izlediğimi sandığım dünya polisiye romanında da bir değerdir.
Bunun nedeni Ümit’in romanlarının genel niteliğinde ya da onu diğer polisiye roman yazarlarından ayıran niteliğinde yatar; bu nitelik onun romanlarının kahramanlarının içinde bulundukları durumların; okuyucu açısından muamma veya serüven öğesinden bağımsız olarak bir değeri olmasıdır. Ümit insanlara bağlı ve onları anlatan bir yazardır. Her kitabında farklı çevreleri, farklı bireyleri anlatır. Bu kişiler MİT elemanları, Moskova’da eğitim gören eski komünist parti üyeleri, arkeologlar ve bu bağlamda bir Hitit kent devletinin binlerce yıl önce yaşamış bir üst görevlisi, basın mensupları, üç yakın arkadaş, İstanbul Emniyeti’nde görevli bir başkomiser ve yardımcıları, Mevlânâ ve çevresi olabilir.

İstanbul cahili olanlara açık isyandır
Ahmet Ümit cinayeti, kapalı bir mekânda çözümlenmesi gereken bir mantık sorunu olarak değil; önceden denenmemiş, nereye gideceği saptanamaz bir şiddetin kendini ortaya koyuşu olarak algılar. Bunun içindir ki polisiye roman yazmanın saygın bir iş olduğuna inanır. Bir söyleşisinde bunu şöyle anlatır: “Edebiyat var olalı beri, polisiye roman en önemli edebi türlerden biridir. Önemlidir, çünkü suçu anlatmaktadır. Suç tıpkı insan DNA’sı gibi birçok bilgiyi içinde barındırır. İşlenen bir suçu inceleyerek yaşadığımız çağı, insanı ve toplumu anlatabilirsiniz.”
Ahmet Ümit okuyucusunu rahatlatmak istemez, çünkü gerçek rahatlatıcı değildir, onun anlattığı durumlar her zaman vardı ve var olmaya devam edecektir. Yazarımıza göre dünyada tedirginlik varsa okuyucu da bu tedirginliği hissetmelidir. Gerçekten de bu tedirginlik verilmek isteniyorsa polisiye roman formatı bu iş için biçilmiş bir kaftandır.
İki yıl aradan sonra Ahmet Ümit yeni bir polisiye romanla karşımıza çıktı. Kitabı basılmadan okuma olanağını buldum.
İstanbul Hatırası bir Başkomiser Nevzat öyküsü ve onun ağzından anlatılıyor. Başkomiser Nevzat’ı önce Agatha’nın Anahtarı ve Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı polisiye öykü kitaplarında tanımıştık, sonra da Kavim romanının kahramanı olarak karşımıza çıkmıştı. Kahramanımız iyi bir polistir, karısı ve kızını kendine dönük olarak tertiplenen bir bombalama olayında kaybetmiş, bütün çabasına karşın bu olayın suçlularını yakalayamamıştır. Bu büyük travmaya karşın yine mesleğini sürdürmüştür ancak “suçu önlemek için suçluyu yakalamanın, adaleti sağlamak için yasayı uygulamanın hiçbir işe yaramadığını karşılaştığı yüzlerce olayda birebir yaşayarak öğrenmiş”tir. Bundan dolayıdır ki “İnsan denen bu tuhaf yaratığı kötülükten uzak tutacak ne bir güç ne bir yasanın olmadığının” farkındadır.
Ancak İstanbul Hatırası‘nda öykünün başkahramanı Başkomiser Nevzat değildir, bizzat İstanbul daha doğrusu Suriçi eski İstanbul’dur. Yazarımız Beyoğlu Rapsodisi adlı yapıtında Beyoğlu semtini öykünün kahramanlarından biri yapmıştı ama bu yapıtında durum farklıdır. Bu son yapıtında Suriçi İstanbul’u kahramanlardan biri değil öykünün asıl başkahramanıdır ve romanın edebi lezzeti de burada belirginleşir. Kitap İstanbul için bir mersiyedir; ilginç polisiye kurgu içinde gizemin çözülmesinden daha etkin olan öğe İstanbul’a yakılan ağıttır. Bu görkemli kentin bugünkü sahipleri olarak ona nasıl yabancı kaldığımız, vurdumduymazlığımız. Onu nasıl gerekli şekliyle değerlendiremediğimiz, ona nasıl ihanet ettiğimiz bir şamar gibi okuyucunun suratına vurulmaktadır. İstanbul’da yaşayıp İstanbul cahili olanlara açık bir isyandır.
Ahmet Ümit bütün eserlerinde polisiye kurgu içinde toplumsal olayları irdeler. İstanbul Hatırası‘nda da bu durum yukarıda belirttiğim gibi çok belirgindir. Yazarımız, çağdaş polisiye romanın toplumsal romanın yerini aldığını sanki kanıtlamaya çalışır. Bu durum aslında çağdaş polisiye romanda gözlemlenen bir olgudur. Türkiye’de dahil 1960’lı yıllara kadar bir yükselme eğilimi içinde olan ‘toplumsal roman’ bu yıllardan sonra roman kurgusunda toplumsal sorunlar yerine karakterler üzerinde daha çok durulmasından, ardından da ‘postmodern’ eğilimlerden dolayı tamamen gündemden düşme gibi bir durumla karşılaşmıştır. Bazı eleştirmenler İsveç, Fransa, İtalya, Almanya ve özellikle Güney Amerika’da polisiye romanlarda toplumsal sorunların irdelenmesinin bu dönemde artmasını polisiye romanın ‘toplumsal roman’ın yerini alması olarak görmektedir. Belli ölçülerde doğruluk taşımasına rağmen yine de abartılı olan bu savın bile polisiye romanın canlılığı ve yaratıcılığı için bir ölçüt oluşturduğu ise apaçak bir gerçektir. Bu bağlamda Ahmet Ümit’in , Fransız Jean Patrick Manchette, Didier Daeninckx, Daniel Pennac, Alman Bernhard Schlink, İtalyan Giorgio Scarbenonco, İsveçli Henning Mankell ve Per Wahlöö, İspanyol Manuel Vasquez Montalban ve Meksikalı yazar Paco Ignacio Taibo II ile birlikte dünyada polisiye romanı toplumsal romanla en iyi meczeden birkaç yazardan biri olduğunu da söylemeliyim.
Son olarak belirtmek istediğim husus şu. Çetin Altan polisiye romandan söz eden bir yazısında şöyle diyordu:
“Yetmişine kadar dolu dolu yaşamış birinin ilgisini çekecek ve onu şaşırtacak az roman vardır yeryüzünde... Klasik bakışın küçümsemeye yatkın olduğu polisiye romanlar ise, genellikle bu değerlendirmenin dışındadır. Pekala insanları hep şaşırtabılırler.”
Yarım yüzyıllık bir okur ve polisiye roman tutkunu olarak, Ahmet Ümit’in romanları beni hep şaşırtıyor, İstanbul Hatırası da şaşırttı. Okuyuculara okumalarını ve gerine gerine polisiye roman okuduklarını ve haz alıp şaşırdıklarını herkese söylemelerini öneriyorum.

Radikal, 04.06.2010

Kategori: Erol Üyepazarcı Yazıları
Etiketler:
Ahmet Ümit
İstanbul Hatırası
Başkomiser Nevzat

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ KİTAPLAR

Nopic

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic