menu

Meçhul - Gaye Boralıoğlu

Yazan: A. Ömer Türkeş
Yayın Tarihi: November 19, 2011 14:16

Gaye Boralıoğlu’nun Manuel Çıtak’ın fotoğraflarıyla bütünleşen “Mechul”ü bir ilk roman. Ancak Boralıoğlu yazın alanına uzak sayılmaz; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde felsefe eğitimi almış, gazeteci, reklam yazarı ve senaryo yazarı olarak çalışmış, Atıf Yılmaz´ın yönettiği Eylül Fırtınası adlı filmin senaryosunu kaleme almış. “Bir lstanbul Masalı” ve Zerda” dizilerinin senaryo ekibinde de yer alan Boralıoğlu’nun “Hepsi Hika­ye” isimli bir de hikaye kitabı var.

Kayıp aranıyor

“İki yüzyılın büyük bir gürültüyle bir araya geldiği yıllarda, dünyanın en kalabalık kıtası ile dünyanın en zengin kıtasının birleştiği bir ülkede İbrahim adında biri yaşadı” cümlesiyle başlayan hikaye, di’li geçmiş zaman kullanımından da anlaşılacağı gibi, bugünden geriye doğru yapılan bir anlatı. Gaye Boralıoğlu, İbrahim’in hayatını  bir gazete röportajı kurgusuyla araştırıyor. Olup bitenleri yayımlanmamış bant kayıtlarından izlediğimiz bu kurgu, yaşayıp yaşamadığı, eğer yaşıyorsa başına neler geldiği  bilinmeyen İbrahim’in  karanlık dünyasını aydınlatmayı amaçlamış. Röportajlar dizisi kayıp gencin memleketi İskenderun’da başlıyor: “Memleket” adlı bu bölümde annesinin, ablasının, abisinin, bir arkadaşının, evlendirilmek istendiği kızın ve ilkokul öğretmeninin tanıklıklarıyla tanımaya başlıyoruz roman kahramanını. Belki kendilerine ilk kez konuşma fırsatı verildiği, belki de hayatı anlamlandıramadıkları ya da alışılmıştan farklı anlamlandırdıkları için abartılı, masalsı anılarla dolduruyorlar İbrahim’e ilişkin anılarını. Anlaşılan tek şey mutsuz çocukluğudur İbrahim’in; sevgi ve şefkat açlığıdır. Nitekim henüz delikanlılığa yeni adım attığı bir sırada İskenderun’dan ayrılıp amcasının yanına sığınacaktır.

İkinci bölüm “Yolda”da İbrahim’in izini sürüyor röportaj ekibi; amcası, amcasının ortağı Süleyman, Süleyman’ın eski karısı konsomatris Seda Sayar, Seda Sayar’ın ahbabı otel işletmecisi Sadık Usta, İbrahim’in kısa bir süre sığındığı tarikatın şeyhi Şıh Kadir ve İbrahim’i gören birkaç kişi daha katılıyor tanıklar arasına. Anlıyoruz ki İbrahim’in mutsuzluğu daha yoğunlaşmış, muhtemelen bir tacize uğramış, üstelik boynuna bir de hırsız yaftası asılmıştır. Babası Recai de peşindedir şimdi İbrahim’in. Uğradığı her yerden boynu biraz daha bükülerek ayrılan İbrahim’in hayatındaki tek güzel şey, tedavisine yardımcı olan –kendisi gibi kadersiz bir kız- hastabakıcı Rüya’dır. Ne var ki çok kısa sürecektir arkadaşlıkları.

Üçüncü ve son bölüm “İstanbul”da Rüya’nın, İbrahim’in patronu Akif Turan’ın, arkadaşı Mahmut’un, Mahmut’un yengesi Rukiye’nin, Recai’nin İbrahimi izlerken kaldığı evn kızı Reyhan’ın ve İbrahim’i son gören Salih’in tanıklıklarıyla ilerliyor hikaye. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur İbrahim; çünkü İstanbul’da kendisini bekleyen koşullar şimdiye dek yaşadığı her yerden çok daha acımasız, çok daha yırtıcıdır. Kentin karanlık yüzünde acımasızca sömürülür genç adam. Öyle ki, benzer bir kaderi paylaştığı arkadaşı Mahmut, başlarına gelenleri -onlar gibi çaresiz insanların kaçınılmaz kaderi olarak- şöyle özetleyecektir; “parasızdık, cahildik, sahip çıkacak kimsemiz yoktu. İste­dikleri gibi kullandılar, Mal gibi, hatta daha da beter. Insan kendi malına bile bu kadar kötü davranmaz. Insanlığımız kalmadı. Şimdi ben, yaşadığıma şükreder hale geldim. Bu­na yaşamak denirse tabii. Mahvettiler bizi. Ayağımız kaydı, uçurumlardan düştük, yuvarlana yuvarlana, duvarlara çar­pa çarpa dünyanın ta dibine kadar düştük”.

Dünyanın ta dibine düşen, yegane amacı çaldığı iddia edilen parayı ödemek, kendisini azrail gibi izleyen babası Recaiden kurtulmak olan İbrahim, üzerine bahis oynanan sokak dövüşlerinde bulur kendisini. Ancak elbette hiçbir zaman yeteri kadar kazanamayacak ve bir gece vakti babasıyla karşılacaktır. Artık romanın sonuna geldik: “Yeri göğü inleten, balıkları kuşlara, kuşları otlara, otları insanlara düşman eden ve kara delik misali ucu bucağı görünmeyen bu kaosun ortasında meçhul bir kayık usul usul, sahipsizce sallanıp du­ruyor şimdi. Kayığın içinde bir baba, bir oğul ve de kutsal ruh var; yani ölüm. Kimin kimi çağırdığı, kimin kime düşman olduğu, ki­min kimin yaratıcısı ya da yokedicisi olduğu belirsiz”.

Gaye Boralıoğlu, sıradan, yoksul, neredeyse unuttuğumuz insanların dünyasına götürüyor bizleri. Kendi hayat hikayelerinde bile figüran olmanın ötesine geçemeyen, itilip kakılan, askerliklerini en zor koşullarda yapan, yokluk yoksulluk çeken, hepsi de kırık hayatlara hapsolmuş bu insanlar iyilikleri, kötülükleri, aşkları, nefretleri, dürüstlükleri, hainlikleri, açıkgözlükleri, saflıkları, bilgelikleri ve cehaletleriyle, yani tam da oldukları halleriyle komik, traji-komik ve en çok da trajik yaşantı anlarıyla katılmışlar romana. Bu yaşantı anları sadece onların hayatlarını anlatmakla, çok canlı roman kişileri yaratmakla kalmıyor, içinde yaşadığımız zamanın siyasal, toplumsal ve ekonomik ilişkilerinin bireyler üzerindeki yıkıcı etkilerini de –kaba bir melodrama hiç düşmeden- teşhir ediyorlar.

 

Herkesin bir hikayesi var

“Meşhul”, ele aldığı insan tipleri, aktardığı olaylar ve anlattığı hikayesiyle alışılmışın dışında bir roman. Ancak kurgusu hepsinden ilgi çekici. Görsel sanatlarla edebiyatın birlikteliği de, herkesin gerçekliği kendisine göre dile getirdiği bir dizi röportaja dayanan anlatı tekniği de elbette yeni bir şey değil. Mesela Aziz Nesin’in “Tatlı Betüş” romanı ya da Atıf Yılmaz’ın Necati Cumalı’nın hikayelerinden yola çıkarak sinemaya aktardığı “Adı Vasfiye” filmi de benzer biçimde kurgulanmışlardı. Leyla Erbil’in “Cüce”si(2001) Mustafa Horasan’ın desenleriyle renklenmiş, “Yüzyıllık Gölgeler”de Turgut Yüksel’in hikayesi Ergün Gündüz’in illistrasyonlarıyla canlandırılmıştı.  Bu tarzda bir başka örnek için daha uzak bir tarihe uzanmak ve edebiyatımızda benzeri bulunmayan fotoğraflarıyla “Öldüren Dudaklar” romanına değinmek istiyorum; yazarın “muhayyel bir roman değil; hakiki bir hayat faciasının ta kendisidir. Bu satırlar saf, görgüsüz ve cahil bir genç kızın ömür kitabıdır. Her genç kızın ibretle okuması icap eden “Öldüren Dudaklar” başıboş gönüllerle dolaşan tecrübesiz, saf aile yavrularına biraz ışık verebilirse, ne mutlu” takdimiyle sunulan romana düşülen ikinci notta “mevzua ait bazı sahneler film yıldızı, dansöz İnci Birol tarafından canlandırılmıştır” yazıyordu ve kitap dönemin güzel kadın imgesini yansıtan “kışkırtıcı” fotoğraflarla süslenmişti.

“Meçhul”de de fotoğraf kullanılmış; roman kişileri Manuel Çıtak’ın merceğinden ete kemiğe bürünüyorlar. Ne var ki anlatılan hikayeye göre seçilmemiş bu fotoğraflar, tersine Gaye Boralıoğlu’nun tasavvur ve tahayyüllerini yaratan Çıtak’ın fotoğrafları… Böylelikle onun metnine paralel ikinci bir  metinden söz edebiliriz. Yani, aynı fotoğraflara bakarak okuyucunun bir başka hikaye kurgulaması da mümkün. Romanı bambaşka bir gerçeklik boyutuna taşıyacak böylesi bir kurgu ihtimalinin yazar ve metni için olumsuz bir sonuç doğuracağı düşünülebilir belki; ama “kayıtlar dinlendi, bir bir kağıda döküldü. Kağıda dökenler kimini yanlış duydu, kimini eksik aktardı. Bazen de kendi kelimelerini ve hatta kendi cümleleri­ni araya kattı. Böylece yalan ve dolan iyice birbirine karıştı, sahte ve gerçek sessizce örtüştü” cümlelerinden de anlaşılacağı gibi “Meçhul”un ve Boralıoğlu’nun göstermek istediği tam da bu farklı gerçeklik algısı. Ne onun fotoğraflardan çıkardıkları ne tanıkların anlattıkları ne de okuyucunun kavradıkları İbrahim’in yaşadığı gerçekliğe tamamiyle nüfuz edemeyecek, bilinmeyeni bilinir kılmayacak ve zihinlerde İbrahim bir soru olarak sürdürecektir varlığını.

Romanda herkesin bir hikayesi var, ama her bir hikaye ana hikayenin gerçekliğini daha karmaşık bir hale sokuyor. Çünkü herkes kendisini aklayarak anlatıyor İbrahim’le ilişkisini. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi kimse sorumluluk yüklenmiyor, yaptığı apaçık korkaklık, bencillik ya da kopkoyu bir kötülük olsa bile “iyi niyet” söylemini elden bırakmıyor, suçu ötekilere yüklüyor hep. İbrahim’i yıkıma götüren en kötü eylemlerin sorumluları, yine tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, “Meçhul”de de kendilerini asla kötülükle özdeştirmiyorlar. Herkesin bir hikayesi, herkesin bir dolu mazereti var. Ne var ki, bütün bu mazeretler sonucu değiştirmeyecek, İbrahim’in akıbeti tıpkı bir gece vakti kaybedilmiş pek çok vatandaşımız gibi meçhul kalacak, cesedi belki bir gün kimsesizler mezarlığından belki Marmara’nın derin sularından çıkarılacak, suçun faili ise asla bulunamayacaktır.

“Her şeyin bunca acayipligine rağmen sağduyulu, aklı başında, illa ki merak eden, “iyi ama  diye başlayıp sorgu sual dolu bir dizi cümle kuran bazı şahıslar olabilir. Ibrahim’in nerede olduğunu, bu hikayenin en sonunu merak edebilirler. Onlara verilebilecek bir tek cevap var; o da cevap sayılırsa: Dosyadan çıkan son fotoğraf. Kim­bilir  belki de Ibrahim oradadır” cümleleriyle sır perdesini fazla aralamadan bitirmiş bu çarpıcı hikayesini Gaye Boralıoğlu. Siz de daha fazla kurcalamayın İbrahim’in akibetini. Çünkü roman karakterlerinden Kazım’ın her daim bulanık zihniyle ifade ettiği gibi “esrarın güzelliği buradadır. Merak ede­ceksin ama öğrenmeyeceksin. Sır aydınlanırsa büyü bozu­lur”…

Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları
Etiketler:
Gaye Boralıoğlu
Meçhul

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ KİTAPLAR

Nopic

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic